Sinemanın ilk yıllarında, belgesel filmler yoğunluktaydı. Bu filmler kiliseler ve konferans salonları gibi saygın yerlerde gösteriliyordu. Sonraları öykülü filmlerin yoğunlaşmasıyla beraber, ilk film gösterim yerleri olan nickelodeonlar ortaya çıktı. Nickelodeonların sayıları gitgide fazlalaştı.
Denetimsiz şekilde, kapalı yerlerde kurulan nickeolodanlar, sağlıksızdı ve bir sürü tehlikeye davetiye çıkarıyordu. Salgın hastalık, yangın tehlikesi gibi durumlar söz konusuydu. Bu durum devlet görevlilerinin ve özel reform gruplarının dikkatini çekmeye başladı. Nickelodeonlar, kültürel statüko için bir tehdit oluşturuyordu ve denetim altına alınmalıydı.
Sağlıksız yerlerde gösterilen filmler, ucuz bir eğlence aracı haline gelmişti ve genellikle işçi sınıfını kendisine çekiyordu. Devlet görevlilerine göre zinayı, intiharı, cinayetleri konu alan filmler kadın, çoluk çocuktan oluşan bu kitle için tehlike oluşturuyordu. Devlet görevlileri, filmlerin sansürden geçirilmesi ve mekanların denetlenmesi konusunda tepki gösteriyorlardı.
Bu tepkiler sonucunda sinema endüstrisi kendi kendine sansür uygulama yoluna giderek, kültürel statükoyu kurtarmak için, edebi ve tarihsel filmlere yönelme yoluna gitti. Mekanların da daha sağlıklı olması adına çaba sarfederek, devlet görevlileri ve özel reform gruplarıyla uzlaşmaya çalıştı.
Devlet görevlileri de, tüm bu tehlikelere engel olabilmek adına, kendi stratejilerini geliştirdi. 1907 yılında Chicago'da kendi yetki alanları içerisinde gösterilen filmleri denetleyen bir sansür kurulu oluşturuldu.
1913 tarihli New York City yönetmeliği ise, gösterim yerlerini tarif ediyordu. Olması gereken koltuk sayısı, koridor genişliği, hava akışı gibi konuları ayrıntılı bir şekilde inceliyordu. Bu yasa, gösterim yerlerini daha saygın hale getirmek içindi. Tüm bu gelişmelerin nihayetinde, dünyanın ilk sinema sarayları kurulmaya başlandı. Büyük orkestraları, üniformalı yer göstericileri ve iki bin kişilik kapasiteleriyle, nickelodeonlarla tam bir tezat içindeydi. Gösterişli, sağlıklı ve tehlikesizdi.
Tüm bu olumlu gelişmeler, sinemanın daha iyi bir müşteri sınıfını kendisine çekmesine yaradı. Bilet fiyatları değişmemesine rağmen, sinema izleyicisinin yüzü değişti ve ilk sansürler sektörü zorlasa da bu tarz olumlu sonuçlar da doğurdu.
Aynı durumlar, dünyanın başka yerlerinde de devam etti. Berlin Polis komisyonu, Chicago'lu meslektaşlarından bir yıl kadar önce, resmi bir sansür kurulu oluşturdu.
Berlin'de eğitim grupları ve din adamları, sinemanın gençler üzerindeki zararlı etkilerinden dolayı eğlence filmleri yapılmasını eleştirdi ve bilimsel filmler yapılmasını istedi. 1907 yılında reformcular, sinemanın gençler ve çocukların eğitimi açısından belli bir potansiyele sahip olduğunu savundular. Sektör basınının da desteğini alarak, Alman sinema endüstrisini kültürel filmler yapmaya ikna ettiler.
Türk sinemasında ise, ilk sansür olayı daha geç bir tarihte oldu. Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın aynı adlı romanından uyarlanan 'Mürebbiye' adlı bir filmdi söz konusu olan. Yıl 1919'du. 'Mürebbiye' , adlı film, 'Anjelik' adlı bir fransız kızının, bir Osmanlı konağına sığınarak, konaktaki bütün erkekleri baştan çıkarmasını anlatıyordu. Ülke işgal altındaydı. Filmi, Fransız generali, Franchet d'Esperey izledi. Bir fransız kızının bozuk karakterli olarak gösterilmesini kabullenemedi ve filmi gösterimden kaldırtarak, Anadolu'ya dağılmasını da engelledi. Böylece Türk sinemasında, ilk sansür gerçekleşmiş oldu.
7 Şubat 1923'de, İzmir İktisad kongresinde, uygunsuz filmlerin denetlenmesi konusu açıldı. Fakat resmi bir sansür kurulu ancak1932 yılında kuruldu.
Amerikalı bir film yönetmeni olan Cecil.B DeMille, aktrist ve oyun yazarı bir çiftin oğludur. İlk kariyer denemesini ebeveynlerinin meslekleri üzerine yapmıştır, fakat asıl yolunu sinemada ve yönetmenlikte bulmuştur.
Jesse L. Lasky ve Samuel Goldfish tarafından getirilen yönetmenlik teklifi, DeMille'in yaşamını şekillendirdi. Kendisine yönetmenlik teklif edilen film, ilk uzun metrajlı Amerikan filmlerinden biri olan 'Kızılderili' adlı filmdi. Kariyerine böylelikle başlayan DeMille, Amerikan sinemasının dünyaya egemen olmaya başladığı yıllarda, sektörün en önemli isimlerinden biri oldu. 1912'de deneyimsiz yapımcılar Jesse Lasky ve Samuel Goldfish ( daha sonraları Goldwyn) ile kurdukları yapımevi, Hollywood'un oluşmasıyla sonuçlanan bir sürecin başlangıcı oldu.
DeMille'in filmleri, alışılmış sahne dramalarını konu alıyordu. Yani sıradan olanın dışında bir öyküleri yoktu. Fakat DeMille, anlatı teknikleri, aydınlatma teknikleri, ve çerçeveleme üzerine yenilikçi denemeler yaptı. Duyarlı bir kişiliği vardı ve bunu perdeden izleyiciye aktarmayı başardı. Yönetmenlerin hiç tanınmadığı dönemde DeMille, yönetmen olarak adını duyurdu.
İlk zamanlarda, yenilikçi bakış açısıyla, eleştirmenlerden de övgüler aldı. 'Aldatma' adlı filmi, psikolojik kurguyu kullanmanın belki de ilk örneklerindendir. 'Fısıltı Korosu' adlı fimi ise, kasvetli, gölgeli aydınlatması ve takıntılı öyküsüyle, kara filmin gelişini haber veriyordu. Fakat sanatsal açıdan değerli olmasına rağmen, bu film fazla ilgi görmedi.
Sinema dünyasına böylesine avangart filmlerle başlayan yönetmen, sonradan bakış açısını sıradanlaştırdı. Eleştirmenlere göre, halkın nabzını yakalamak uğruna, sanatsal tarafını bir yana bıraktı ve filmlerinin kalitesini düşürdü.
'Eskimiş karılar değiştirilir (1918)' adlı filmle, iç gıcıklayıcı sahnelerin yer aldığı, bir dizi seks komedisine başladı. Bu filmler tepki görmeye başlayınca bu kez çarpıcı dekorları, kalabalık ve görkemli sahneleri olan filmlere yöneldi. Kitab-ı Mukaddes'ten alınma konuları işleyen bu filmler arasında, On Emir (1923) ve Krallar Kralı (Hz.İsa-1927) sayılabilir.
'On Emir' adlı, bir milyon dolarlık film; Paramount'un yönetim kurulu başkanı Adolph Zukor'un endişelerine karşın, büyük başarı elde etti. DeMille, Paramount'tan ayrıldı ve Cinema Corporation of Amerika' adlı şirketini kurdu. 'Krallar Kralı' adlı filmini, kendi şirketi bünyesinde çekti. Bu film, daha da büyük bir başarı elde etti.
DeMille, Cleopatra (1934) adlı filmiyle, dinsel motiflerden uzaklaştı ve dinin yokluğunu görkemli savaş ve seks sahneleriyle telafi etti.
DeMille'in kariyerinin doruk noktaları 'Samson ve Dalila (1949) ve 1952'de en iyi film Oscar'ını kazanan 'Harikalar Sirki' dir.
1959 yılında hayatını kaybeden DeMille, filmlerinde sanatsal tarafını arka plana itmiş olsa da; duyarlı kişiliğiyle, iyi bir öykü anlatıcısı olmayı ve yalın dilinin akışkanlığını sonuna kadar korudu. Bugün oturup, 'Harikalar Sirki' ni izlerseniz, uzun uzadıya sergilenen sirk sahnelerine rağmen, sonuna kadar keyifli bir şekilde devam edebilirsiniz. DeMille'in sanatsal kişiliğini anlamak için 'Aldatma' adlı filmine de bakmanızı öneririm.
Yönetmenin, 1959 yılında. ölümünden sonra yayınlanan 'Autobiograhy' adlı kitabı vardır.
Hollywood Yabancı Basın Birliği (Hollywood Foreign Press Association); 1952 yılından beri sinema dünyasına önemli katkıları olan kişilere 'Altın Küre Cecil B.DeMille' ödülü dağıtmaktadır.
David Lewelyn Wark Griffith, akademi ödülü sahibi, ABD'li film yönetmenidir.
1875 yılında La Grange, Kentucky, ABD'de doğmuş olan Griffith, bir iç savaş kahramanı olan Kükreyen Jake adlı bir babanın oğludur. Böyle bir babanın oğlu olması, kanımca kendisinin filmlerini ve tüm yaşamını şekillendirmiştir. Zira, 'Bir ulusun doğuşu' adlı filmi yüzünden, ırkçılıkla suçlanan Griffith, muhafazakar biri olarak kabul edilir.
Irkçılık suçlamaları hala tartışılmaya devam edilse de Griffith, Hollywood sinema endüstrisinin babası sayılmaktadır.
Mesleki hayatına bir göz atarsak; önceleri Tiyatro kampanyalarında figüranlık ve oyunculuk yapan Griffith'in asıl amacı yazar olmaktır. Yazarlık denemeleri ise, onu yönetmenliğe sürüklemiştir. Şöyle ki, Griffith senaryo satmak istediği stüdyolarda sinemayla tanışmış, hatta buralarda oyunculuk yapmış ve nihayetine kendini yönetmen koltuğunda bulmuştur.
Sinemayla 20.yy'ın başlarında tanışmış olan Griffith, 1908 yılında, yönetmenlik macerasına adımını ilk filmi 'Dallie'nin maceraları' ile atmış, kariyerinin ilk döneminde, on ayda yüzden fazla film yapmıştır. Bunlar arasında en önemlisi, 'The Lonely Willa' adlı filmdir. Bu film, Pathe'nin 'Physician at the Castle' ının kopyasıdır. Fakat Griffith, çekimleri birebir taklit etmek yerine, filmi farklı açı ve ölçekler kulanarak, baştan çekmiştir. Pathe'nin filmi 26 çekimden oluşmakta, Griffith'inki ise 54 çekimden oluşmaktadır. Bu durum, sinemanın ilk yılları için, alışılmışın dışında bir gelişmedir.
1915 yılında yaptığı 'Bir ulusun Doğuşu' adlı filmle büyük bir şöhrete ulaşan Griffith, sinema dilini kendi vizyonu sayesinde keşfetmiş ve sinemaya yön veren sanatçılardan biri olmuştur. Kurgusal anlatım tekniklerini geliştiren Griffith, sinemayı düz bir hikaye anlatımından çıkarıp, sinemanın dramatik yapısının şekillenmesine önemli bir katkı sağlamıştır.
Filmlerinde, sinemasal kurgu teknikleri, öznel kamera kullanımı, paralel kurgu, yakın çekimler (close up), dikey kamera hareketleri (tilt) gibi teknikler kullanmış ve bu teknikleri gelecek nesillere miras bırakmıştır.
Griffith'in büyük başarı elde etmiş olan filmi, 'Bir Ulusun Doğuşu' ; yüz bin dolara mal edilip, elli milyon dolar kazanmıştır. Fakat aynı film, Griffith'in geleceğini ve belki kariyerinin sonunu da hazırlar. Bu film bir başyapıt olsa da, ırkçılık suçlamalarını üzerine çekmiştir. Griffith, büyük bir hoşgörüsüzlüğe maruz kaldığını düşünür ve 1916 yılında dev bütçeli filmi 'hoşgörüsüzlük'ü çeker. İki milyon dolara mal olan bu film, bir başyapıt olmasına rağmen, çok fazla iş yapmaz.
1919 yılında, 'Kırık Tomurcuklar' adlı bir filme daha imza atan Griffith bu filmde, üzerine yapışan ırkçılık suçlamalarından kurtulmaya çalışmıştır. Film, İngiliz bir kızla, Çinli bir erkeğin; ırkçı bir babaya rağmen yaşadıkları aşkı anlatır.
Griffith sonraları, büyük katkılarda bulunduğu Hollywood' tan dışlanır. Son filmleri fazla iş yapmaz ve 1930'lu yılların başında Griffith, sinemayı bırakır. Ömrünün geri kalanını, Hollywood ünlülerinin uğrak yeri olan bir otelin lüks odalarından birinde geçirir. Ve 1948 yılında, aynı otelde geçirdiği beyin kanaması sonucu hayatını kaybeder.
Florence Lawrence, Amerikalı (Kanadalı) bir film aktörü ve sahne performansçısıdır. Amerikalılar tarafından, halkça bilinen ilk film aktörü olarak söz edilen Lawrence, yaklaşık 300 filmde oynadı.
Annie Bridgwood adıyla Hamilton, Ontario'da dünyaya geldi. Ailenin üç çocuğundan en küçüğüydü. Annesi bir vodvil aktristi olan Charlotte Bridgwood'tur ve 'Lotta Lawrence' olarak bilinir. Florence'in küçüklüğünde annesi Lotta, Lawrence Dramatic Company adlı bir şirketin başındaydı. Kendisini böyle bir yaşamın içinde bulan Florence, henüz üç yaşındayken, annesi 'Lotta' ile beraber, sahnede şarkı söyleyip, dans etmeye başladı. Diyalog ezberleyecek yaşa gelince dramatik oyunlarda oynamaya başladı, fakat çok hüzünlü dramlar oynayarak (Dora Thorne, East Iynne gibi), depresyona girdi, bunun üzerine annesi bu tarz oyunları repertuardan çıkardı.
Florence Lawrence, annesinin söylediğine göre, sahnede performans göstermekten hoşlandığı halde, vodvil oyunculuğu sırasında yapılan seyahatlari sevmezdi. Bebekliğinden beri oyuncu olan Florence henüz 6 yaşındayken 'bebek flo', 'harika çocuk' diye takma isimler kazandı.
Florence Lawrence'in anne ve babası, o daha dört yaşındayken ayrıldı.1898 yılında babası, Hamilton'daki evinde kömür zehirlenmesinden öldü. Lotta Lawrence, ailesini Hamilton'dan, Buffola- New York'da bulunan annesi Ann Dun'ın yanına taşıdı, bu sıralarda Florence'ı sahne performanslarına getirmekten vazgeçerek, okula verdi. Mezuniyetine kadar, yalnızca okula giden Florence, mezuniyetinden sonra annesinin kampanyasına tekrar katıldı, fakat kısa süre sonra annesi, kampanyayı dağıttı ve 1906'da ikisi New York City çevrelerinde bir yere taşındılar.
Florence 1906 yılında, ilk filminde oynadı. 1906 yılının bahar ve yazında, Broadway seçmelerine katıldı ama kazanamadı. 27 Aralık 1906'da, Edison Manufacturing Company ile Daniel Bone'un kızını oynamak üzere bir anlaşma yaptı. Rolu alabilmesinin sebebi, ata binmeyi biliyor olmasıydı. Bu filmde annesi Lotta da oynadı. İkisi beraber, dondurucu bir havada, günde beş dolar alarak, iki hafta boyunca çalıştılar. Florence'in kariyeri böylelikle canlanmaya başladı ve ertesi yıl Vitagraph Film Company'ye Dion Boucicault'un, 'The Shaughraun' adlı filminde oynamak için gitti. Burada, 'Moya' adlı irlandalı bir köylü kızını canlandıran Florence, 1907 yılında Vitagraph Film Company de 38 filmde rol aldı.
Ardından, kısa bir süreliğine sahne performasına geri döndü ve Melville B. Raymond's yapımı, 'Seminery Girl' adlı oyunda annesiyle beraber oynadı. Bu rolünden sonra bir daha asla böyle çingeneler gibi yaşamayacağını söyleyerek, oyunları tamamen bıraktı. Bu, annesinin de son sahne performansıdır. 1908 yılında tekrar Vitagraph'a dönerek, 'The Dispatch Beare' adlı filmde başrol oynadı ve aynı yıl Vitagraph da 11 filmde daha çalıştı.
Vitagraph'dan sonra, daha iyi ücret ödendiği için, Biograph Studios'a geçti. Vitagraph'da hem kostüm, hem oyunculuk yapıp 20 dolar alırken, Biograph'da sadece oyun oynayarak, 25 dolar kazanmaya başladı, burada Yönetmen D.W Griffith'in 60'a yakın filminde rol aldı.
1908 in sonlarına doğru, biograph stüdyolarında tanıştığı yönetmen, senarist ve oyuncu Harry Salter'la evlendi.
Biograph stüdyolarında Lawrence, büyük bir ün kazandı, buna rağmen ismi bilinmiyordu. Sinemanın şekillendiği yıllarda, ünün getirebileceği büyük ücretlerden korkan yapımcılar, oyuncuların adlarını halka kesinlikle açıklamıyorlardı. Fakat Lawrence'in fanları, onun ismini merak ederek, stüdyoya yazarak sormaya başladılar. Bunun üzerine biograph stüdyoları onun ismini, hayranlarının basitçe dillendirebilecekleri bir şekilde, 'The Biograph Girl' olarak açıkladı. Bu yüzden Lawrence, sinema tarihinde, 'The Biograph Girl' olarak da bilinir.
Lawrence, 1909 yılında da Biograph için çalışmaya devam etti. İlk Komedi serisi olan, 'Jones serisi' ile büyük bir üne ulaştı. Arthur Johnson'la beraber oynadığı bu serinin yanısıra, yine Johnson'la beraber daha dramatik rollerde de oynadı ve daha iyi para kazanmaya başladı.
Tüm bunların ardından Lawrence ve eşi Solter, beraber çalışacak başka bir yer aramaya başladılar. Essanay Company'ye başrol oyuncusu ve yönetmen olarak çalışmak üzere başvuruda bulundular. Fakat Essanay Company bu teklifi Biograph'a bildirdi ve beraberce işten kovuldular.
1909 yılı içerisinde, Independent Moving Picture Company of America (IMP)'ya katıldılar. IMP, bir strateji izleyerek, Lawrence'in öldüğü söylentisini çıkardı ve bir kamuoyu oluşturdu. Bir süre sonra Lawrence'in ölmediğini ve Solter'in yönettiği 'The Broken Oath' adlı yeni bir filmde oynadığını açıkladı. Bu olay Lawrence için de, sinema tarihi için de çok önemliydi. Çünkü, açıklamaların ardından Lawrence, ölmediğini kanıtlamak için fanlarının karşısına çıktı. Ve normalde oyuncuların isimleri bile saklanırken, o fanlarıyla buluştu. Fanları elbiselerini yırtarak, inanılmaz bir coşkuyla üzerine koşturdular. Böylelikle ilk star doğmuş oldu. Film şirketlerinin, ücretler ve ün konusunda öngördükleri kaçınılmaz gerçek ise, başlarına geldi.
Olaydan sonra Lawrence, kocası Salter'le beraber 11 ay daha çalışarak, IMP ile elli film daha yaptı. Ardından Avrupa'ya seyahate çıktılar.
Amerika'ya döndüklerinde, en demokratik film yapımcısı olarak bilinen Siegmund Lubin ile buluştular. Lawrence burada bir kez daha Arthur Jones ile takım oldu ve Lubin'in yönetmenliğinde, 48 film yaptılar. O zamanlar piyasayı Motion Pictures Patent Company (MPPC) kontrol ediyordu. IMP ise, MPPC'ye üye değildi. Ciddi bir rekabet ortamı vardı. IMP'nin filmini gösteren yerlere, MPPC film vermiyordu. Piyasada güçlü bir düşmandı. Fakat buna rağmen Lawrence'in popülaritesi sayesinde, IMP uzun süre ayakta kalabildi.
1910 ların sonlarında, Lawrence IMP'yi bıraktı ve Lubin Studios için çalışmaya başladı. IMP'ye ise 18 yaşlarındaki Kanadalı genç aktör Mary Picford'u önerdi. Mary Picford, IMP' de, onun yerini aldı.
1912 yılında Lawrence ve Salter 'Carl Laemmle' ile kendi şirketlerini şekillendirmek üzere bir anlaşma yaptılar. Laemmle onlara, sanatsal özgürlüklerini verdi ve Victor Film Company'yi kurdular. Laemmle başrol oyuncusu olarak, Lawrence'a haftalık beşyüz dolar ve Salter'a da yönetmen olarak haftalık iki yüz dolar ücret verdi. New Jersey'de bir film stüdyosu açtılar.Bu zamanlar, Florence'in en çok para kazandığı zamandır. Bu stüdyo, 1913 yılında, Universal Pictures'a satılmıştır.
Ağustos 1912 yılında Lawrence, kocasıyla tartıştı. Onu terk ederek, Avrupa'ya gitti. Fakat kocası ona her gün, çok üzgün olduğuna dair mektuplar yazdı ve mektuplarında intiharı düşündüğünü belirtti. Kalbi yumuşayan Lawrence, Kasım ayında kocasına geri döndü.Ve emekliliğini ilan etti.
Fakat buna rağmen 1914 yılında, Universal Studios'da çalışmaya ikna edildi. Şansı yaver gitmedi ve 1915 yılında çekimleri devam etmekte olan, 'Pawns of Destiny' adlı film sırasında, sette yangın kontrolden çıktı. Lawrence yandı. Saçları tamamen mahvoldu ve omurgasını incitti. Aylarca şoka girdi. İşe geri döndü, fakat film tamamlandığında, yıkıldı. Tüm bunlar için, kocasını suçladı ve boşandılar. Universal Picrures ise hastane masraflarını ödemeyi kabul etmedi ve Lawrence kendini çok kötü hissetti. Buna rağmen, 1916 yılında Universal Pictures a dönerek, Elusive İsabel adlı filmde çalıştı. Fakat bu olay onu üzdü, dört ay paralize olmasına yol açtı.
1921 yılında, Holywood'a giderek şansını denedi, fakat küçük başarılar elde etti. 'The Unfoldment' adlı küçük bir melodramda başrol oynadı ve iki tane de yan rol oynadı.1924'ten sonraki tüm filmleri, isminin pek anılmadığı, küçük rollerdir.
Lawrence, üç kez evlendi. İlk eşi, aktör, yönetmen ve senaryo yazarı, Harry Solter'dir. (1908).1920 yılında Salter ölene kadar, evli kaldılar. Ardından 1921 yılında, otomobil satıcısı Charles Byrne Woodring ile evlendi. Bu evllilik de 1929 yılına kadar sürdü.1920 li yıllarda Los Angeles'da kocası Woodring'le beraber bir kozmetik mağazası açtı ( Hollywood Cosmetics). Mağaza 1931 yılında kapandı. 1933 de Lawrence, üçüncü ve son kocası, Henry Bolton'la evlendi. Alkolik Bolton, Lawrence'i dövdü ve bu evlilik beş ay sürdü.
1920'lerin sonlarından itibaren Lawrence'in kariyeri düşüşteydi.1929 yılında annesini kaybetti. Beş ay sonra da ikinci kocası Woodring'ten ayrıldı. Belli bir serveti vardı ve 1929 yılındaki borsa düşüşünden sonra, onu da kaybetti.
Kariyerinde en son, Metro Goldwyn Mayer 'e girdi ve küçük rollerde, haftalık 75 dolara çalışmaya başladı. 1937 yılında, depresyon yaratan bir kemik hastalığına yakalanmasına rağmen, çalışmaya devam etti. Evini, stüdyo çalışanlarından, Robert Brinlow (Bob)ve kızkardeşinin yanına, Batı Holyywood da bir eve taşıdı.
28 Aralık 1938 sabahı, stüdyoyu arayarak hasta olduğunu ve gelemeyeceğini söyledi. Öğleden sonra, komşusu Marian Menzer, onun çığlıklarını duydu. Menzer, bir ambulans çağırdı ve Lawrence, Bewerly Hills Acil servisine kaldırıldı. Kendisini zehirlediğini söylediler. Kurtarılamadı ve hayatını kaybetti. Lawrence ölümünde sonra Holyywood'a gömüldü.
William J.Mann adlı yazar, 2000 yılında, Lawrence'i konu alan, 'The Biograph Girl' adlı bir roman yazdı. Fakat bu roman bir kurmacadır ve romana göre, Lawrence 1938'de ölmemiş, doktorundan yardım alarak, kendisini ölmüş gibi lanse ederek, bir bakımevinde yaşamaya başlamıştır. Roman, bakımevinde onu bulan bir gazetecinin, onun biografisini yazmasıyla devam eder.
FİLMOGRAFİ
The Automobile Thieves (1906)
Athletic American Girls (1907)
Bargain Fiend; or, Shopping à la Mode (1907)
Daniel Boone (1907)
The Boy, the Bust and the Bath (1907)
The Despatch Bearer; or, Through the Enemy's Lines (1907)
The Dispatch Bearer (1907)
The Mill Girl (1907)
The Shaughraun (1907)
A Calamitous Elopement (1908)
A Smoked Husband (1908)
A Woman's Way (1908)
After Many Years (1908)
An Awful Moment (1908)
Antony and Cleopatra (1908)
Behind the Scenes (1908)
Betrayed by a Handprint (1908)
Concealing a Burglar (1908)
Cupid's Realm; or, A Game of Hearts (1908)
Father Gets in the Game (1908)
Ingomar, the Barbarian (1908)
Julius Caesar (1908)
Lady Jane's Flight (1908)
Love Laughs at Locksmiths; an 18th Century Romance (1908)
Macbeth (1908)
Money Mad (1908)
Mr. Jones at the Ball (1908)
Mrs. Jones Entertains (1908)
Richard III (1908)
Romance of a Jewess (1908)
Romeo and Juliet (1908)
Salome (1908)
The Bandit's Waterloo (1908)
The Call of the Wild (1908)
The Christmas Burglars (1908)
The Clubman and the Tramp (1908)
The Dancer and the King: A Romantic Story of Spain (1908)
The Devil (1908)
The Feud and the Turkey (1908)
The Girl and the Outlaw (1908)
The Heart of O'Yama (1908)
The Helping Hand (1908)
The Ingrate (1908)
The Pirate's Gold (1908)
The Planter's Wife (1908)
The Reckoning (1908)
The Red Girl (1908)
The Reg Girl (1908)
The Song of the Shirt (1908)
The Stolen Jewels (1908)
The Taming of the Shrew (1908)
The Test of Friendship (1908)
The Valet's Wife (1908)
The Vaquero's Vow (1908)
The Viking's Daughter: The Story of the Ancient Norsemen (1908)
1 temmuz 1873 doğumlu Alice Guy, dünyanın ilk kadın yönetmenidir. Alice Guy'ın hikayesi, bir fotoğraf şirketine sekreter olarak girmesiyle başlar. Leon Gaumont'a ait olan bu fotoğraf şirketinde Alice, Lumiere kardeşlerin 35 mm'lik kamerasıyla çekilmiş bir görüntü izler. Bunun üzerine patronundan film çekmek için izin ister. Ve 1896 yılında, 'Gabbage Fairy' adlı ilk öykülü filmini çeker. Bu filmin ardından, yüzlerce film gelir. İlk filmlerin hemen hepsi, çalıştığı şirketin arka verandasında çekilmiştir. Bu durumda Alice Guy, sinema devlerinin ortaya bile çıkmadığı yıllarda öykülü filmler yaparak, ilkler arasına yerleşir.
Alice Guy, özel efekt, ses ve renk konularında da tecrübeli biridir. Ve zamanın gelişen tekniklerini de yakından takip eder ve bu tekniklerden faydalanır. Sonunda tamamen sinemaya yönelir ve kendi film stüdyolarını açar. Solax adındaki stüdyolarında, yenilikçi ve teknik deneysel işlere cesurca imza atar. Alice Guy'ın o yıllarda kendi stüdyolarını açmış olması da onu sinemanın öncülerinden biri haline getirir.
Alice, Solax film stüdyolarında, işi geliştirmeye devam eder. Film çekmek için, uygun mekana gitmek; kendisine kameraman kiralamak ve iş bölümü yapmak gibi yeniliklere imza atar.
Solax film stüdyolarında birlikte çalıştığı kameramana aşık olan Alice Guy, onunla evlenir ve kocasını şirketin başına geçirir. Kendisi daha çok film yazmak, çekmek ve yönetmekle ilgilenmek ister. Fakat bir yıl sonra kocası Solax'dan istifa eder ve kendi film şirketini kurar. Çift buna rağmen birlikte çalışmaya devam eder. 1.dünya savaşı üretimi yavaşlatana kadar, durmaksızın film üretirler. Alice Guy'ın bu kariyer sırasında 1000 kadar film ürettiği bilinmektedir.
Alice Guy, yenilikçi, cesur ve üretici kariyeri sayesinde, bazı entellektüeller tarafından, yönetmenin işini icad eden, Fransız film öncüsü olarak görülür. Ölmeden önce, 1953 yılında, Fransız hükümetinden 'Legion of Honor' ödülünü alır.
Ölümünden sonra, kendisine ait el yazmaları bulunmuş ve kızı tarafından basılmıştır.
Martin Scorsese, 2012 yılında, 'Director's Guild of Amerika' derneğinin, ömür boyu başarı ödülü için Alice Guy'ı önermiştir.
Asta Nielsen, Danimarkalı işçi bir ailenin kızıydı. 1881 doğumlu. Sanat hayatına, Danimarka'da tiyatro oyunculuğuyla başladı. Burada yapımcı ve yönetmen Urban Gad'le tanıştı.
1910 yılında Urgan Gad'in yönettiği Uçurum (Afgrunden, 1910) adlı film ile, büyük ün kazandı. Erotik bir dansı konu alan filmde,
Nielsen, yoldan çıkmış saygın bir kızı canlandırdı. Nielsen, aşığını bağlar ve kışkırtıcı bir biçimde etrafında döner.
Bu film ile Nielsen bir gecede, sinemanın ilk uluslararası yıldızı haline geldi. Nielsen'in zekası, şehveti, oyunculuğundaki doğallık, insanları yakın hissettirdi ve onları beyaz perdeye yaklaştırdı. Daha önce sinemayı çok önemsememiş insanları bile sinemaya çekti.
Asta ve Urban Gad, Uçurum (Afgrunden) ile, Danimarka sinemasının gelişimine de büyük katkıda bulundular. Uçurum (Afgrunden), Danimarka Sinemasını dış pazarlara empoze eden ilk film olmuştur. Burada (Kaynayan Kan- 1911), ( Kara Rüya-1911), ( Bale Dansçısı- 1911) gibi filmlerle, danimarka sinemasını canlandırdılar.
Daha sonra Asta Nielsen ve Urban Gad, evlenip Berlin'e taşındılar. Berlin'de 1910 ve 1915 yılları arasında otuzdan fazla filmde birlikte çalıştılar. Nielsen, yirmi yılda yaklaşık yetmişbeş film yaparak, Alman sinemasının en büyük yıldızlarından biri oldu. Sanatçı, hayatı boyunca üç evlilik yapmış, Jesta adında bir de kızı olmuştur.
Asta, özellikle Neşesiz Sokak (Die freudlose Gasse,1925) adlı filmin ardından,çok önemli bir trajedi oyuncusu olarak görülmüştür.
Anlamlı yüzü, doğallığı, sinemanın ilk zamanlarındaki alışılagelmiş abartılı ifadelerin yerine kullandığı; duygusallığa kaçmayan, benzersiz sinematografik tarzıyla hatırlanacak olan yıldızın seçme filmlerinden bazıları şöyle ;
1908 yılına kadar sinema, yıldız sisteminin gelişimine uygun değildi. Çünkü ilk filmlerin oyuncuları aynı zamanda tiyatroda çalışan gelip geçici oyunculardı ve tek bir şirkette yeterince uzun kalmıyorlardı. Ayrıca 1909 yılına kadar filmlerde görüntü , izleyicinin oyuncuları fark edemeyeceği kadar uzak sahneleniyordu. Bu durum, izleyicinin aktörün özelliklerini yakından tanımasına engeldi.
1908 de stüdyolar kendi oyuncu topluluklarını kurmaya başladığında durum değişti. Ve sinemanın ilk yıldızları boy göstermeye başladı.
Dönemin ülkelere göre bilinen bazı ünlüleri şunlardır.